28 Ağustos 2013

0000000032

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyordur. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor.

Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur. Lâkin ümitsiz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye…

 Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz seviyeye ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir.

Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devâsâ farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır:

 “Derdi olan neylesin?”
Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:

“Derdi neyse söylesin.”

Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler:

“Korkuyorsa neylesin?”

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar:

“Hiç korkmasın söylesin.”

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur.

Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur. Yavuz Selim Han “Buyurunuz, sizi dinliyorum” deyince, cariye bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur.

Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle: “Efendim…” der. “Cariyeniz…” ve cümlesini tamamlayamadan “Allah!” diye feryad ederek yığılıp kalır.

Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:

“Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür.”

20 Ağustos 2013

0000000031

 
Dün akşam yaptığım çalışma oldukça geç bittiği için saat 12 gibi eve ulaştım, araçtan indim binaya doğru yürürken aklımdan bir güzel insan geçti, gülümsedim, onun yaşadığı alandan geçerken bir baktım balkonda arkadaşıyla oturuyor, beni görünce suç işlemiş gibi şaşırdı, elindeki telefonu bana çevirdi "bak seni konuşuyorduk senin fotoğraflarına bakıyorduk" dedi. Gerçektende o an ekranda hulya vardı, güldük sohbet ettik biraz, sarıldık, ona sarılmak iyi geldi bana ve gecemi sayesinde keyifle sonlandırdım.
Sonra sabahın erken saatlerinde telaşla bir arkadaşım aradı, yolda eşzamanlı bir hal yaşamış onu anlattı, bende örnek olsun diye akşamki olayı anlattım. (İki ayrı olayın birbirleriyle bağlantılı bir biçimde aynı anda gerçekleşmesidir eşzamanlılık.) Dedi ki bana "ya başka birşey dileseymişsin olacakmış demek." Güldüm "iyi ki dilememişim iyi ki bu geçmiş aklımdan çok keyif aldım onu görmekten" dedim.

Ve sonra gözüm evimin içerisine takıldı ki zaten aklım takık vaziyetteydi :) Bir süredir valiz elimde dolaştığım için işler yüzünden, yaşamaktan çok zevk aldığım evimin rutin bakımında ipin ucu kaçtı. Günlük yaşamda evimin tüm işlerini, yemek vs her şeyi kendim yaparım ancak bu sefer sıfırlama niyetiyle bana yarım gün yardım edecek bir bayana ihtiyacımın olduğu aşikardı. Sabah saat 9 ve sadece bugün bu işi halledebilirim. Normal şartlarda boşta birisini bulmak pek kolay olmuyor oturduğum bölge itibari ile. Ama tereddütsüz aradım bayanı. Anlattım halimi, "tamam dedi bende yarım günlüğüne senin alt dairene geliyorum, yoldayım hatta, orada işimi bitirip öğleden sonrada sana çıkarım." Nasıl mutlu oldum anlatamam size, bir hafta önce program yapsam bu kadar denk düşerdi. Ben böyle mutlu mutlu kahvemi yapıp pencereden bakarken bir başkası aradı, genelde beni arayanlar "sen nasılsın hulya" diye pek sormazlar, sanırım hep iyi olma halinde yaşadığım ve en önemliside hep dinleyen modunda olmam gerekiyormuş gibi zannediliyor ama neyse alıştım artık. Nasıl olduysa tam telefonu kapatırken "ya sende birşey var pek heyecanlısın" dedi, o kimbilir aklından ne geçirdi bilemem ama ben evimin temizliğine gelecek bayanla konuşmamı anlattım. "Bu mu mevzu" dedi. "evet" dedim, "inanamıyorum sana" dedi güldü kahkahayla, birde ekledi "keşke başka bir şey dileseymişsin" diye :)

Ne zaman istediğin birşey olsa, keşke başka birşey dileseydin derler. Oysa sonu yoktur istemenin… Şükretmeyi bilmek gerek, sadece yeterli olanı istemek gerek… Yaşadığım bu iki olay benim için çok değerli hallerdi, hissettiğim fayda yüksekti, iyi ki başka bir şey dilememişim, iyi ki bunlar tam vaktiymiş ki gerçekleşmiş. "Keşke başka bir şey dileseymişim/dileseymişsin bak olacakmış” yorumu beni -söyleyenin kimliğinden bağımsız- her daim rahatsız etmiştir, kulağımı, yüreğimi, ruhumu tırmalamıştır. Yok yahu ben bunu istedim, diledim ve oldu, çok şükür. Madem Rabbim bu istediğimi onayladı, başka bir şey isterim vaktiyse, hakettiysem onuda onaylar. Gerek yok ki açgözlülüğe, tatminsizliğe… Çünkü ben her anımı iyi olarak yaşıyor, geleceğimin parlak, sevinç ve güven içinde olduğunu biliyorum. Çünkü ben Evrenin sevgili çocuğuyum; Evren şimdi ve her zaman sonsuza dek sevecenlikle ihtiyaçlarımı karşılıyor.

Aborjinlere ait olduğu söylenen bu duayı çok seviyorum, buzdolabımın üzerindede yazılıdır hatta; Her şey yeterli olsun! Seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam diliyorum. Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar güneş diliyorum. Güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum. Ruhunu canlı tutmana yetecek kadar mutluluk diliyorum. Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. İstediklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. Sahip olduğun herşeyi takdir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum. Son elvedayı atlatmana yetecek kadar merhaba diliyorum.”

H.Konar

15 Ağustos 2013

0000000030

Yatakta sadece ikiniz olduğunuzda,zifiri karanlıkta ve başını onun göğsüne yaslayıp kalp atışlarını dinlediğinde işte bir adamı ancak böyle tanıyabilirsin.Kalbi senin için çarptığında.

14 Ağustos 2013

0000000029

92 yasında, ufak tefek, kendinden emin ve gururlu, her sabah sekizde giyinip kuşanan ve her ne kadar kör bile olsa saçlarını kıvırıp makyajını mükemmelce yapan ...yaşlı hanım bugün bir huzur evine taşındı.

70 yaşındaki kocası ise geçenlerde gereken hamleyi yapıp Allah’ın rahmetine kavuşmuştu. Huzur evinin kapısında sabırla beklenen bir kaç saatin ardından, odasının hazır olduğu söylendiğinde tatlı tatlı gülümsedi. Yürüteçini asansöre yönlendirdiği sırada, kendisine odasını anlatmaya başladım, penceresinde asili perdelerden de söz ettim.

Ben anlatırken, az önce kendisine köpek yavrusu verilmiş 8 yaşındaki küçük bir kızın heyecanıyla ” o perdeleri pek severim ” dedi. ” Mrs. Jones henüz odayı görmediniz, biraz bekleyin demiştim ki “Bunun onunla bir ilgisi yok” dedi.

”Mutluluk zamandan önce karar verdiğiniz bir şeydir. Benim odadan hoşlanıp hoşlanmamam mobilyaların nasıl düzenlenmiş olduğuyla değil, benim onları zihnimde nasıl düzenlediğimle ilgilidir. Ben onları sevmeye karar vermiştim zaten. Bu benim her sabah uyandığımda verdiğim bir karardır.

Bir seçme hakkım var: Ya bütün günümü artık çalışmayan vücut parçalarımın bana verdiği sıkıntıyı düşünerek geçiririm yada yataktan çıkıp hala çalışanlar için şükrederim. Gözlerim açık olduğu sürece her yeni gün bir hediyedir. Yeni güne ve hayatimin sadece bu döneminde, biriktirdiğim mutlu anılara konsantre olacağım.

Yaşlılık banka hesabi gibidir. Ne yatırdıysan onu çekersin hesabından.. Bu nedenle benim tavsiyem, banka hesabına dolu dolu mutluluk yatırman olacaktır. Anı bankamı doldurmaktaki katkın için sana teşekkür ederim. Hala oradan mutluluk çekiyorum. Mutlu olmak için su beş basit kuralı hatırla:

1. Kalbini nefretten arındır
2. Zihnini endişelerden arındır
3. Basit yaşa
4. Çok ver
5. Daha az bekle

Bilmem farkında mısın, eğer yarin ölecek olsak çalıştığımız şirket daha bir kaç gün bile olmadan yerimizi dolduruverir. Oysaki ardımızda bıraktığımız ailemiz bizim kaybımızı ömürlerinin sonuna dek hissedecektir.

Gelgelelim ki, ailemizden daha çok işimize veririz kendimizi, pek de akıllıca bir yatırım değil, ne dersin? FAMILY ne demektir biliyor musun? FAMILY= (F)ather (A)nd (M)other (I) (L)ove (Y)ou”

07 Ağustos 2013

0000000028

"Hayal kurmak bilgiden önemlidir " der üstad einstein.

Bir insan bazı bilgilere sahip olabilir ama hayalleri yoksa bu bilgileriyle hangi hayallerin gerçekleştirilebileceğine dair düşünce içerisinde değilse bu bilgilere sahip olmanın bir anlamı olmayacaktır. Ne yapacağını bilmeyen, hayalleri olmayan birisine çok büyük miktarda para verseniz bu parayla neler yapacağını tahmin etmek hiç de güç olmayacaktır.

*****

Öğretmen, öğrencilerinden büyüdükleri zaman ne  yapmak istedikleri konusunda bir kompozisyon yazmalarını ister.
Seyis çocuğu, bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazar. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlatarak 200 dönümlük çiftliğin krokisini çizer. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini  gösterir. Hatta 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekler.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev tam kalbinin sesidir. İki gün sonra ödevi geri alır. Kâğıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0″ ve “Dersten sonra beni gör” uyarısı vardır.
Çocuk; “Neden “0″ aldım?” diye merakla hocasına sorar.
“Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayâl. Paran yok, gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok, at çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım, damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkânsız.”
“Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.”
Çocuk evine döner ve uzun uzun düşünür, babasına danışır.
Babası: “Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!” der.
 Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan hocasına geri götürerek,
“Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin ben de hayallerimi?” der...
Şimdi O öğrenci, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev de şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.


Benjamin Franklin’in dediği gibi “Siz kafanızı büyük hayallerle doldurmaya bakın. Kafanız sonradan cebinizi parayla dolduracaktır.”


05 Ağustos 2013

0000000027

Nasıl ölüneceğini bir kere öğrendiğinde nasıl yaşanacağını öğrenirsin!

0000000026

Zihinlerimizin en iyi dostlarımızken en kötü düşmanlarımız olabildiğini keşfettim.Eğer bir sorun üzerine düşünmeye devam ederseniz,kısa süre içerisinde neredeyse başka bir şey düşünemez hale gelirsiniz.Bu bakımdan,zihnimiz tuhaf bir varlıktır; Hatırlamak istediği şeyleri unutur ama unutmak istediklerimizi hatırlar.

04 Ağustos 2013

0000000025


 Zamanın birinde iki tane kız kardeş varmış, nasıl akıllılarmış anlatamam. Etraflarındaki ve okuldaki tüm bilgi onlara yetmez olmuş. Bir gün, anneleri onları dağdaki bilge adama götürmeye karar vermiş :
Kızlar, bilge adamla karşılaşınca ona sorular sormaya başlamışlar. Bilge adam bütün soruları doğru cevaplamış; kızlar çok sevinmişler ve annelerinden eğitimleri için bir süreliğine izin isteyerek bilge adamın yanında kalmışlar.
Sordukları soruların hepsinin cevabı doğruymuş. Bir süre çok mutlu olmuşlar; ama sonra sıkılmaya başlamışlar. “Bilgenin bilemeyeceği bir soru bulmamız lazım” diye düşünmüşler. Kızlardan biri bir gün “Buldum!” diye sevinmiş. “İki elimin arasına bir kelebek koyacağım ve bilge adama soracağım, “Avucumun içinde bir kelebek var. Canlı mı, ölü mü? “Ölü” derse kelebeği bırakacağım. “Canlı” derse avucumu hafifçe bastıracağım. Her ne derse cevabı bilemeyecek.” Kızlardan birisi kapalı tuttuğu ellerini bilge doğru uzatmış. (Şimdi lütfen siz de yapın. Avuçlarınız birbirine bakacak şekilde ellerinizi birleştirin ve uzatın. Ben açın deyinceye kadar da açmayın.)
VE sormuş:
“Avucumun içinde bir kelebek var; canlı mı, ölü mü?”
Bilge adam cevap vermeden önce uzun süre kızın gözlerine bakmış ve cevaplamış :
“Senin ellerinde kızım. Senin ellerinde…”
Şimdi bakın hayatınıza ve mutluluğunuza…
Nerede mi?
Açın avucunuzu…
Sizin ellerinizde; tam avucunuzun içinde.
Bir Portekiz atasözü der ki “Yaşadıkça yaşlanmazsınız, yaşamadıkça yaşlanırsınız.”

02 Ağustos 2013

0000000024

Öğrencisi bir gün büyük usta Jamyang Khyentse Rinpoche’ye nasıl meditasyon yapması gerektiğini sormuş.

Usta demiş ki: “Bak, yapman gereken şey şu: Bir önceki düşüncen geçmişte kaldığında ve bir sonraki düşüncen henüz doğmamışken, tam o arada bir açıklık yok mu….işte o süreyi uzatmalısın. O, meditasyondur.” H.KONAR

29 Temmuz 2013

0000000023

Bugün yine Nemrut Pazartesi diye yüzünü ekşitenler.Az gülün yahu.Bakın Mesnevi ne güzel diyor. Hayırlı haftalar olsun...

""Ey burnu kanasa hemen kadere küsüp yüzünü ekşiten. Gülden hiç ders almıyor musun? Bütün yaprakları tek tek yolsan gül yine de gülmekten vazgeçmez. Hale razı oluş şükürdür. Gül de daimi bir şükür makamındadır. Hem bilmez misin ki başına gelen sıkıntılar aslında daha büyük bir sıkıntıya set olur da başındaki belayı def ederler. O halde yüzün gülsün yahu! ""
 

28 Temmuz 2013

0000000022

Yaşamının değerini bil, seni karmaşaya sürükleyen ve kalbini paslayan kire bulaşma.Unutma;
"Biz sadece balık kabında yüzen iki kayıp ruhuz, yıllar boyunca
hep aynı yüzeyde koşan " pink floyd - wish you were here
http://fizy.com/m/20jska

27 Temmuz 2013

0000000021


Zamanımız gerçekten kaldı mı?

Okudum ve gerçekten de tüylerim diken diken oldu. Düşünsenize öleceğinizi bilseydiniz ne yapardınız?
Bu yazıyı okuduktan sonra hayatınızdaki pek çok şeye aynı gözle bakmayacak, çoğu şeyi üstünkörü geçmeyeceksiniz.

Hayata gözlerinizi açmanız umuduyla…


Doğan Cüceloğlu:

Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?



Bir katılımcı: Allah?a şükür, hocam, bildiğimiz kadarıyla yok.


Cüceloğlu: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların, yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?
Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar
: Ölüm.



Cüceloğlu: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir ama bundan sonra başa gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Başka hiçbir şey insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi?

Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar. Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır?


Cüceloğlu: Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?


Katılımcılar: Hayır


Cüceloğlu: Bu saniye içinde olma olasılığı var mı?


Bir katılımcı: Var.


Cüceloğlu: Yarın?


Bir katılımcı: Evet.


Cüceloğlu: 30 yıl sonra?


Bir katılımcı: Olabilir.


Cüceloğlu: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?
Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle bakmamışlardır.


Cüceloğlu: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?


Bir katılımcı: Yoktur Hocam.

Cüceloğlu: Peki nereden biliyoruz az sonra telefonun çalmayacağını ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?
Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlar.

Bir katılımcı: Hocam konuyu değiştirsek?

Cüceloğlu: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?


Bir katılımcı: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.


Cüceloğlu: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz?
Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular, tartışma ya da gerginlik yaratır mıydı? Yoksa önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona, yüreğinizin derininden gelen bir ?Seni gerçekten çok seviyorum? demeye ne gerek var diye düşünür müydünüz?

Onun ölecek olması duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?


Burada bazı katılımcılar ağlıyordur. Belli ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark etmişlerdir.



Cüceloğlu: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde ?Şimdi kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini bilirim? diye kendi kabuğumuza çekilip tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme olanağımız gerçekten var mı? Buna zamanımız gerçekten kaldı mı?

kaynak : Doğan Cüceloğlu Seminerlerinden bir alıntı…

26 Temmuz 2013

0000000020

Sevgi neydi? coşkun akan dere, sonbahar rüzgarıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çarpıntısı... Sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı. Sevgi neydi? sevgi sahip çıkan, dost, sıcak insan eli, insan emeği miydi? sevgi iyilikti, sevgi emekti.(Selvi Boylu Al Yazmalım)

Her izlediğimde ben Asya olsaydım o final sahnesinde cemşit'i mi yoksa ilyas'ı mı seçerdim peşinden gitmek için diye derin düşündüğüm "Selvi Boylum Al Yazmalım" filminden. aklıma geldi şimdi sevgiyle paylaşayım istedim .(H.Konar)

25 Temmuz 2013

0000000019

Bazen özlem duyarsınya maziye,O da yitirdiğin eski yaşanmışlıklar gibi yüreğinde belirir ve kendini hissettirir.Sen unutmak istedikçe daha çok belirir...Kendine bir şeyi unutturmak,unutmaya çabaladıkça daha acıdır.Oysa teslim olmak  arada özlem duyup hatırlamak aşağıdaki rubaideki gibi hoş bir esinti serpmek yüreğini enginleştirir...

Bugün yüzünüzdeki tebessümler, unutmadığınız,yüreğinize serpilen ve serinleten anılara gelsin öyleyse...

"""Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayale.Halbuki sen orda,şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle.Balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın,kocaman gözlerin gerçekten var ve asi bir su gibi teslim oluşun,beyazlığın ki dokunamıyorum bile... """Rubailer5

24 Temmuz 2013

0000000018

En büyük kusurlarımızdan birinin Sevgisizlik olduğu bu zamanda Sönen bir yaşamın nasıl dirilteceğine en bariz etken olan davranışları uygulamakta ne kadar fakiriz. Aşağıdaki yazının hayatlarımıza biraz daha beklentisiz anlayış katmasını diliyorum...

Brad Pitt about His Wife
A Secret of Love
 
Orjinalden çeviridir Orjinali burdadır.
 
BRAD PİTT’İN KARISI HAKKINDAKİ KONUŞMASI:

Karım hasta. Kişisel yaşamı, işi, kendi hataları ve çocukların sorunlarından dolayı sürekli gergindi. Karım 14 kilo verip, 40 kiloya kadar düştü. Çok sıskaydı ve sürekli ağlıyordu. Karım mutlu bir kadın değildi. Devamlı başı ağrıyordu, kalp ağrısı vardı ve kaburga arkasında sinirleri sıkışıyordu. Sağlıklı bir uyku düzeni yoktu, sadece sabahları ve çok yorgun olduğu zamanlarda hemen uykuya dalıyordu.
 
Bizim ilişkimiz bitmek üzereydi, ayrılma eşiğine gelmiştik. Karım kendi güzelliğini bırakmıştı, gözlerinin altına torbalar vardı, yüzüyle alay ediyordu ve kendine bakmayı bıraktı. Kendisine gelen tüm filmleri ve rolleri reddetti. Artık ben de umudumu kaybetmiştim, yakında boşanacağımızı düşündüm…
 
Ama sonra bir şeyler yapma kararı aldım, sonuçta dünyanın en güzel kadınıyla evliydim. Dünyanın erkek ve kadınların yarısından çoğunun idolüydü ve sonra onun yanında uykuya dalmaya, ona sarılmaya başladım. Çiçeklerle beraber duş almaya, onu öpmeye, övgüler söylemeye başladım. Onu her dakika memnun görüyordum ve çok şaşırdım, ona hediyeler alıyordum.
 
Sadece onun için yaşamaya başladım.
 
Onun hakkında basınla sadece ben konuştum. Bütün olayları onun yönetimi altına aldım, onun ve ortak arkadaşlarımızın yanında onu övdüm, inanmayacaksınız ama yüzünde çiçekler açtı, daha iyi hissetti. Kilo almaya başladı, sinirlenmiyordu ve beni hiç olmadığı kadar çok seviyordu hem de beni bu kadar sevebileceğine dair hiçbir ipucu yokken.

Ve sonra bir şey fark ettim: Kadın, erkeğinin yansımasıdır.

Eğer erkek kadını deliler gibi seviyorsa, kadın gelecektir.

23 Temmuz 2013

0000000017

Görünüşte geceyle gündüz, birbirine aykırı iki düşmandır; fakat ikisi de bir gerçeği örerler." diyor yüce ruhlu Mevlana... Evet her şey zıddıyla birlikte anlam buluyor, bunu kabul etmek her şerrin icinde illaki hayra baglanan bir köpru olduguna inanip "teslim" olmak nasılda rahatlatiyor yaşamı... verdigine de vermedigine de gelene de gidened e eyv'allah ♡

0000000016

Tanrı, güneşi her gün 'yeniden' doğdurarak, bizi mutsuz kılan her şeyi değiştirmemiz için zaman tanıyor. Oysa, biz her gün böyle bir zamanın bize bağışlandığını görmezden geliyoruz, bu günün düne benzediği gibi, yarına da benzeyeceğini düşünüyormuş gibi davranıyoruz. 

Ama dikkatini yaşamakta olduğu güne veren kişi, o büyülü anın varlığını keşfediyor. O büyülü an belki de sabah anahtarı kilide... soktuğumuz dakikada, akşam yemeğini izleyen suskunluk sırasında, bize birbirinin benzeri gibi gelen bin bir şeyde gizli. 

Ama öyle bir an var ve işte o an da yıldızlar tüm güçleriyle içimize doluyor ve bizi mucizeler gerçeleştirmeye hazır hale getiriyor. Mutluluk kimi zaman bir kutsamadır ama çoğu zaman bir fetihtir. günün o büyülü anı, değişmemize yardım ediyor, bizi düşlerimizin peşinde koşmak için yola koyulmaya itiyor.

Kendini "tehlikeye atmaktan" korkan kişiye ne yazık! çünkü o kişi belki de hiç düş kırıklığına uğramayacak ve peşinden koşacak bir düşü olanlar kadar acı çekmeyecek. ama dönüp de arkaya baktığında -çünkü her zaman, sonunda dönüp arkamıza bakarız!- yüreğinden şu sözcüklerin döküldüğünü duyacak: “Tanrının, yaşadığın her güne ektiği mucize tohumlarını ne yaptın? yaradanın sana bağışladığı yemekleri ne yaptın? hepsini bir çukura gömdün, çünkü onları yitirmekten korkuyordun.

İşte, şimdi elinde kalan: yaşamını yitirmiş olmanın kesinliği!

(paulo coelho'nun bir yazısından sevgiyle paylaşıyorum, ve inanıyorum MUCİZE vardır!)


0000000015

Eğer, illahi adaletin işlemesini istiyorsan, öfkeni atacaksın. Çaresizliğini yeneceksin. Kontrolü bırakıp hayata güveneceksin. Suçluluk duygularından kurtulacaksın. Yoksa, kiminle kavgalıysan, onun enerjisini temsil eden herkes sana zarar verebilir. Kabul ve huzurla yaşıyorsan, Katil seni öldüremez, hırsız malını çalamaz. Kötülük bumerang gibi sahibine döner...

0000000014

Adını koyamayacağın bir şükran duyuyor ve nedenini bilemediğine yanıyorsan, o zaman sen gerçekten büyümekte olan şeylerle büyüyor ve daha büyük bir kişiliğe doğru yükseliyorsun.

Halil Cibran

0000000013

Köyümüzde yaşlı bir bekçi vardı, gece devriyelerinde bağırırdı: "Herşey yolunda. Herşey yolunda!" Biz de huzurlu bir şekilde uyurduk. Sonra bir gece, bir hırsızlık oldu. Ve öğrendik ki meğerse bekçi körmüş! O, "Herşey yolunda!" derdi, biz de güvende hissederdik kendimizi. O gün, bu kalbin ne kadar kolayca her şeye inandığını öğrendim. Evet kandırmanız gerekiyor. Sorun ne kadar büyük olursa olsun, "Herşey yolunda." diyeceksiniz ♥

25 Şubat 2013

0000000010

“Yaşam öyküm; hayatımı, aşağı inen bir yürüyen merdivende yukarı çıkmaya çalışır gibi yaşamaktan vazgeçtiğim gün başlar.” der Pascal de Duve ve severim ben onun bu benzetmesini…

09 Şubat 2013

0000000009

Mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir.

Bir insanı öldürdüğün zaman bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşmak hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.

(Khaled Hosseini'nin Uçurtma Avcısı isimli romanından)

05 Şubat 2013

0000000008

Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil, asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır; yolsuz hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal... (halil cibran)

04 Şubat 2013

0000000007

Çocukluk doğumdan belli bir yaşa kadar sürmez.Çocuk bir yaşta büyür ve çocukça şeyler yapmayı bırakır.Çocukluk kimsenin ölmediği bir krallıktır.

03 Şubat 2013

0000000006

Şiddetle başlayan hazlar,şiddetle son bulur.

Ölümleri olur zaferleri...

Öpüşürken yok olan,

Ateşle barut gibi...

31 Ocak 2013

0000000005

Echart Tolle'in bir yazısında geçer bu muhteşem hikaye, kendi yaşamımıza fayda sağlayacak en yüksek payı çıkarabilmek dileğiyle...
 
İki ördek kavga ettiğinde; bir süre sonra ayrıldıklarını ve farklı yönlere uçtuklarını görürüsünüz. Birbirlerinden ayrılınca güçlü bir şekilde kanatlarını çırparlar ve böylece kavga sırasında topladıkları aşırı enerjiyi atarlar üzerlerinden. Hiç bir şey olmamış gibi huzurla süzülürler.

Eğer ördekler insan zihnine sahip olsalardı, kavgayı düşüncede canlı tutar, hikayeler kurarlardı. Bir ördeğin hikayesi muhtemelen şöyle olurdu: ''Az önce onun yaptığına inanamıyorum. On santim yanıma yaklaştı . Sanki gölün sahibi oymuş gibi davranıyor. Özel alanıma hiç saygısı yok. Bir dahaki sefere beni kızdırmak için başka şeyler yapacak. Bir dahaki sefere ona unutamayacağı bir ders vereceğim... '' Böylelikle, zihin bir sürü hikayeler kurup durur ve aradan zaman da geçse, öfke ilk günkü gibi devam eder ve unutmaz.

Vücuda gelince, düşüncelerde kavga hala devam ettiğinden, vücut da gerçekle düşünceler arasındaki farkı bilmediğinden, bütün düşünceler için hormonal ve enerjisel tepkiler vermeye devam eder. Kavga halini yaşayarak hep kavgaya hazır tutar kendisini. Bir düşünce bir sonrakini tetikleyerek tamamen düşüncelerden oluşan zincirleme bir reaksiyona dönüşür.

İşte bir insan zihni olsaydı zavallı ördek böyle düşünecekti.
 
Ama malesef bir çok insan aynı bu şekilde yaşıyor tüm hayatını.
 
Bir çok olay gerçekte bitmiyor.
 
Ördeğin bize verdiği ders şudur: Kanatlarını çırp – yani hikayelerle beyninin içinde yaşayıp durmayı bırak – ve tek gerçeğe geri dön: Şimdiye, an'ı yaşamaya...

21 Ocak 2013

0000000004

Makamın yükseldikçe gönülce alçalacaksın!
      
Şeyh Edebali’nin dediği gibi, “Makamlar yükseldikçe, gönüller alçalmalıdır…”

Halkın içinde tebdil-i kıyafet gezen bir hükümdar, tarlasında çalışan yaşlı bir adama yaklaşır. Selamlaşırlar. Yaşlı adam yolcunun sıcaktan bunaldığını düşünerek ona ayran ikram eder. Daha sonra sohbet etmeye başlarlar. Hükümdar yaşlı adamın sözlerinden etkilenir ve ona kim olduğunu sorar. Yaşlı adam:
- Hiç, diye cevaplar .
Hükümdar merak ve şaşkınlıkla:
- Ne demek bu? Senin muhakkak bir adın ünvanın vardır, der. Yaşlı adam yine:
- Hiç, der.
Hükümdar bu sefer kendiyle alay edildiğini zannıyla:
-Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben bu ülkenin hükümdarıyım, der. Yaşlı adam bu durum karşısında durumu izah etmeye çalışır:
- Peki hünkarım şimdi siz bu ülkenin hükümdarısınız, bundan sonra ne olmayı planlıyorsunuz? diye sorar. Hükümdar şaşkın bir tavırla:
- Hiç, diye cevaplar. Yaşlı adam gülümseyerek:
- Hünkarım, işte ben sizin hükümdarlıktan sonra ulaşacağınız o mertebedeki adamım, hiçim yani, der.

18 Ocak 2013

0000000003

 
Yaşamına saygı göster.
 
Bu saygı sayesinde başkalarının hayatına da saygı göstereceksin.
 
Hayatı sınıflandıramazsın; ona “bu doğru ve bu yanlış” gibi etiketler koyma lüksün yok. Hayat, her şişenin üzerinde içinde ne olduğu yazılı bir ilaç değil ki neyin ne olduğunu bilesin. Hayat bir gizem; bir anda bir şeyler yerine oturur ve o zaman bu doğru olur. Benim doğru tarifim nedir? Varoluşla uyum içindeki her şey doğrudur ve varoluşla uyumsuz olan her şey yanlıştır.
 
Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair hazırdaki cevaplara güvenemezsin. Hayat çok hızlı ilerler; durağan değil, dinamiktir. kıpırtısız bir göl değildir, devamlı akan bir nehre benzer. Art arda geçen iki dakikada hiçbir şey aynı kalmaz. Bu yüzden bir şey şu an için doğru olabilir, ama bir sonraki dakikada bu değişebilir. 
 
O zaman ne yapmalı?
 
Yapılabilecek tek şey, insanların farkında olmalarını sağlamaktır, böylece değişken bir yaşama karşı nasıl tavır alabileceklerine karar verebilirler.
 
OSHO nun bir konuşmasından alıntıdır...

17 Ocak 2013

0000000002

Var mısınız tutunduğumuz korku dallarını kırıp kendimizi uçmanın özgürlüğüne bırakalım?
Bir zamanlar bir krala iki tane doğan hediye edilir. Bunlar kralın şimdiye kadar gördüğü en güzel kuş türü olan aladoğanlardır. Kral, bu değerli kuşları eğitmesi için onları kuşçubaşına verir.

Aylar ayları kovalar ve bir gün doğancıbaşı kralın huzuruna gelip, doğanlardan bir tanesinin mükemmel bir şekilde çok yükseklerde süzülerek uçtuğunu fakat diğerinin geldiği günden beri tünediği daldan kımıldamadığını söyler.

Bunun üzerine kral, ülkenin her yerinden şifacılar ve büyülcüler getirtip doğanı iyileştirmelerini emreder ama hiçbiri doğanı iyileştiremez. Kral daha sonra bu görevi saray çalışanlarına verir fakat ertesi gün baktığında doğanda hala bir iyileşme gerçekleşmemiştir. Bildiği her yolu deneyen kral en sonunda şöyle düşünür: “Belki de bu problemin kaynağını anlayabilmesi için dağlık bölgeleri tanıyan birine ihtiyacım var,” der. Böylece saray çalışanlarına emreder: “Gidin ve bana bir çiftçi bulun!”

Ertesi sabah doğanı göklerde uçarken gören kral şaşkına döner ve emrindekilere seslenerek “bu mucizeyi yapan kişiyi getirin bana” diye buyurur. Görevliler hemen gidip çiftçiyi bulup getirirler. Kral sorar,”Ne yaptın da doğan uçmaya başladı?” Masum çiftçi şöyle cevap verir: “Çok basit yüce kralım. Sadece kuşun tünediği dalı kestim.”

Hepimiz uçmak için yani bir insan olarak içimizdeki mucizevi potansiyelin farkına varmak için yaratıldık. Fakat bunun yerine, dallarımıza tüneyip, bize tanıdık gelen şeylere tutunmayı tercih ediyoruz. Sınırsız olasılıklar mevcut ama birçoğumuz onların neler olduklarını keşfedemiyoruz bile. Tanıdık şeylerin, bize konforlu gelen alanın ve dünyevi meselelerin dışına çıkmadan yaşıyoruz. Bu nedenle çoğu zaman hayatlarımız heyecandan, tatminkarlıktan yoksun bir hal alıyor.


Öyleyse, var mısınız tutunduğumuz korku dallarını kırıp kendimizi uçmanın mutluluğuna ve özgürlüğüne bırakalım?


Hikaye; Isha Judd’un Why Walk When You Can Fly isimli kitabından alıntıdır.

05 Ocak 2013

0000000001

Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.

Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.

Hatta Babamın bile anahtarı yoktu.

Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.

Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki.....

En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.

Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.

Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
 

Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik.

Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.


Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.

Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi. Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.

Susayınca girer evlerine su içerdik.

Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.

Kısacacı evine gidip gelen elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.

Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.

Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.

Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık. Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.

Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...

Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,  onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.

Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.

Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.

Azar işitip, acillere taşınmazdık.

Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik.

Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.

Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.

Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki.

Komşumu tanımıyorum ama evinin camında,temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum. Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.

Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ; bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.

Evlerimiz var, içinde yaşayan yok.

Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok.

Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar,
Işıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...

Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..

Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız,  onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu.

Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bady ' lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.

Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp,  taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.

Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.

Nedir bunlar?

Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.

Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?

Biz mi istemiştik?

Yoksa birileri mi böyle istedi?.